Saray Işıltısı
Yüzyıllar önce, İstanbul’un kalbinde bir saray yükselirdi. Mermer avlularından kehribar tütsüler yükselir, duvarları ipek perdeler süslerdi. Bu sarayın en değerli hazinesi, sandıklarda saklanan mücevherler değil; geceleri yıldızlarla yarışan bir çift küpeydi.
Sarayın en gizemli kadını – bir hükümdarın sessiz ilhamı, bir halk efsanesinin ta kendisi – her gece “Saray Işıltısı” küpelerini takar, aynaya bakmadan gözleriyle parlar, gölgeler onun ardından çekilirdi.
Bu küpeler sıradan bir mücevher değil, kudretin ve zarafetin sembolüydü. Onlara bakıldığında sadece ışıltı değil, bir kadının susarak anlattığı binlerce hikâye görünürdü. Her siyah taş, bir gecenin, bir sırrın, bir karşılıksız sevdanın izini taşırdı.
Yıllar geçti. Saray yıkıldı. Sessizlik her şeyin üzerini örttü. Ama “Saray Işıltısı” küpeleri kaybolmadı.
Şimdi onlar, modern bir kadının kulağında yeniden doğuyor. Gücünü gösterişle değil, duruşla sergileyen bir kadın… Zamanın tozuna değil, kendi ışıltısına inanan bir kadın.
Ve o ışıltı hâlâ bir saraya aitmiş gibi parlıyor.