Safir Düşü
Gecenin lacivert sessizliğinde, eski bir sarayın bahçesinde tek başına yürüyordu Alara. Elindeki yüzük, ay ışığıyla parlayan derin bir maviliğe sahipti. Safir… ama sıradan bir taş değildi bu. Annesinden kalmıştı; ondan önce de büyükannesine aitti. Ve ondan da önce, kim bilir hangi kadınların parmağında bir sır gibi taşınmıştı.
Her nesilde sadece bir kadına verilirdi bu yüzük. Ve her kadın, onu taktığında rüyalarında aynı yeri görürdü: mavi bir göl, sisli bir sabah, gölün kıyısında onu bekleyen biri. Ama kim olduğunu kimse bilmezdi. Annesi bir gün ona şöyle demişti:
“Bu yüzük, seni olduğun yerden olmaya cesaret ettiğin yere taşıyacak.”
O gece Alara da o rüyayı gördü. Gölde bir yansıma vardı — kendi yansıması, ama daha genç, daha korkusuz, daha kendisi. Elini suya uzattı, yansıma gülümsedi. Gölün ortasında beliren ışık huzmesinin içinde annesinin sesi yankılandı:
“Safir, derinliğini sadece suyun değil, ruhun da taşıdığı bir taştır. Bu yüzük senin düşlerini hatırlatmak için var.”
Alara uyandığında güneş doğmuştu. Yüzüğe baktı. Artık onun anlamını biliyordu. Artık sadece bir miras değil, bir hatırlatma taşıyordu parmağında:
“Unutma Alara, hayat bir düş… Cesaretin varsa, gerçek olur.”