Turuncu Neşesi
Bir yaz sabahı, Akdeniz’in portakal bahçeleri uykusundan uyanırken, yaprakların arasından ince bir ışık süzüldü. Gökyüzü altınla turuncu arasında bir yerdeydi. Bu ışığın altında, köyün yaşlı kadınlarından biri – adı Gülsima’ydı – her sabah olduğu gibi hasır örgülerini yanına alıp verandasına oturdu. Eliyle dokuduğu lifleri güneşte yumuşatır, sonra onları tek tek boyar, işlerdi.
O gün, o örgülerden bir tanesi farklı oldu. İncecik sarı ve turuncu telleri, eski bir iğnenin ucunda döndürerek küçük bir halkaya dönüştürdü. Sonra o halkayı biraz daha büyüttü. Gözleri parladı. “Bu halkaya bir kadın gülümsemesi gerek,” dedi kendi kendine.
Köyde yeni taşınmış genç bir kadın vardı: Elif. Bahçeye her sabah çıplak ayakla iner, portakal ağaçlarının altına oturur, kucağında kedisiyle gülümserdi. Gülümsemesi öyle içtendi ki, güneş bile onunla yarışamazdı.
Gülsima, o halkayı tamamlayıp Elif’e götürdü. “Bu senin,” dedi. “Adı ‘Turuncu Neşesi’. Çünkü sen geldiğinden beri burası daha neşeli.” Elif gözyaşlarını silip gülümsedi. Küpeyi taktı. O an bir şey oldu — rüzgar portakal çiçeklerini savurdu, kedi miyavladı, güneş tam da onun gülümsemesine denk düştü.
O günden sonra Elif her sabah portakal bahçesinde, kucağında hasır bir sepetle gezerken kulağında hep Turuncu Neşesi vardı. Ne zaman kahkaha atsa, sanki yaz biraz daha uzuyordu.
Ve o küpe, sadece bir aksesuar değil; bir gülümsemenin, bir dostluğun, bir mevsimin hatırası oldu.