Palmiye Dansı
Bir kadının kulağında başlayan tropik bir rüya.
Yaz sıcağının sarhoş ettiği bir akşamüstüydü. Denizin sesi uzaktan yumuşakça kulağa çalınıyor, gökyüzü altınla lavanta arasında bir renge bürünüyordu. Zeynep, elleri ceplerinde, palmiyelerle çevrili yolda ağır adımlarla yürüyordu. O gün kendini farklı hissediyordu. Güçlü, hafif, hafızasında geçmişe ait silik bir özgürlük duygusuyla…
Kulağında o sabah ilk kez taktığı küpeler vardı. Annesinin gençlik sandığından çıkardığı ve “Bunlar senin ruhunu taşır,” dediği yeşil palmiye formlu, altın dokunuşlu küpeler…
Zeynep aynaya baktığında bir aksesuar değil, bir hafıza takmış gibiydi kulağına.
Küpenin adı bile vardı: Palmiye Dansı.
Annesi anlatmıştı yıllar önce…
Bali’de küçük bir sahil köyünde, palmiyelerin altında dans eden kadınları izlemişti. Dansları rüzgârla uyum içinde, adeta doğayla bir bütünmüş gibiydi.
Annesi o anın özgürlüğünü, zarafetini ve kadınların içsel gücünü anlatan bu küpeyi yaptırmıştı.
“Palmiye Dansı, unuttuğun ama içinde hep var olan kadını sana hatırlatır,” demişti.
Zeynep o akşam, gökyüzü kararmaya yakınken, birden durdu.
Kendini kollarını açarak, rüzgârla birlikte dönerken buldu.
Ayakları çıplak toprağa basıyor, küpeleri hafifçe sallanıyor, saçları dalga dalga savruluyordu.
O an her şeyi unuttu.
Ve işte Palmiye Dansı tam da böyle bir şeydi:
Kendini hatırlamak.
Kendine dönmek.
Doğaya karışmak.
Ve ne olursa olsun, zarafetle savrulmak.